Ne anlatıyoruz?
Bu apaçık bir meydan okumadır.
Kapitalizm ve onun ideolojisi liberalizm son demlerinde bilimin kendisini de bir mala çevirmekten geri kalmadı. Elbette bilim emeğin verimini artıran bir yöne sahiptir ve elbette üretim ile bilim kol koladır. Ama gerçekten gündemimiz bilim yapmaksa pazarlamaya ihtiyaç duymamalıyız. O zaten pazarın kendisidir. Ne yazık ki bilim, bilim olarak kendine alıcı bulmakta zorlanınca, ürünün kendisini bilim olmaktan çıkarıp, bilimin ürünü olan nesneler ile topluma yön vermeye başladı ve insanlık tarihinin en önemli sıçramasını da yaptı. Bu haliyle bile bilim sorunlarımızı çözmeye başladığında bize çağ attıracak bir itkiye sahip.
Ancak bu gerçeklik iktisat bilimi söz konusu olduğunda tam tersi bir duruma dönüşüyor. Öyle bir bilim ki yaptığı hata yüzünden nesne üreten bilim bile hiçbir şey üretemez hale geliyor. Bu sistemli olarak neredeyse her otuz yılda bir kendini hissettiriyor. Kapitalizmin kriz üreten bir sistem olduğu itirazı Sovyetler birliğiyle verildiğinde, sosyalizmin bunun nedeninin sermaye birikimi yasası gereği gerçekleştiğini bildiğini, bu yüzden sosyalizmin kriz üretmeyeceğini de iddia etmişti.
Peki ne oldu? Kapitalizm daha uzun bir hayat süre bildi.
Demek ki sorun tek başına sermaye birikimiyle alakalı değildi. Sermaye birikimi kapitalist üretim sürecinin sonucu açığa çıkan bir durumdu. Sosyalist deneme sermaye birikimini engellese dahi ürünlerin verimli kullanımı konusunda bir sorun yaşadı yani sermaye birikiminin tam antisinde sermaye israfı söz konusu oldu. Ürünlerin verimli kullanımı ve sermaye birikimi bir paranın iki yüzü gibi her sistem için sıkıntılara sebep oldu. Sovyetlerin sermaye birikimini engellemek için yapdığı her hareket pazarın huzurunu bozuyordu. En nihayetinde Sovyetlerinde kendi iç pazarı vardı. Yani aslında pazarı elinde tutanın kim olduğunun önemi olmadan Pazar her toplumda yaşar. Devletin kontrol ettiği Pazar kapalı Pazar ekonomisiyken, bireylerin kontrol ettiği kapitalist ekonomi de açık Pazar ekonomisidir. Pazar sadece alıcı ve satıcının buluştuğu noktadan ibaret değildir. Alıcı ve satıcı olmazsa bile üretici ve tüketici dengesi her zaman benzer bir Pazar açığa çıkarır. Bunun haricinde bir miktar a malı daha az ya da daha çok b malının eş değeridir. Yani bir kilo domatesin ederi bir kilo etin ederinden her zaman daha azdır. Doğal olarak mallar arasında bir dengeli fiyat söz konusudur. Domatesin fiyatı etin fiyatını geçerse bu bir kilo domates için harcanan emeğin çoğaldığını ya da bir kilo et için harcanan emeğin azaldığının göstergesi olabilir. Yoksa domatesin azlığının fiyatını yükseldiğinin ispatı değildir.
İktisat biliminin genel yaklaşımı, malların azlığı veya çokluğunun ya da mala olan talebin azlığının veya çokluğunun malın değerini belirleyen şey olduğudur. İşte bu şeye arz ve talep denir.
Arz ve talep yasası bize bir kilo etin neden bir kilo buğdaydan her zaman daha pahalı olduğunu açıklayamaz. Bunun dışında basit bir mantıkla bile bir malın az olması malın değerini yükseltip malı daha değerli hale getirmekse her üretici daha az üretmeyi tercih edecekti. Ama durum böyle değil, bir malın değer gördüğünü gören bütün üreticiler piyasayı kusturana kadar bu maldan üretirler.
Arz ve talep bir son okuma olarak ele alınırsa, malın hangi fiyatta ne kadar tüketici tarafından talep edileceğinin tespitini yapar. Yani olay olmadan önce değil olay bittikten sonra yapılacak bir analizdir. Tıpkı bir seçim sonucu etkileyen unsurların ne olduğunun seçimlerden sonra tartışılması gibidir arz ve talebin durumu. Sonuç yani fiyat arzın ve talebin ne şekilde hareket edeceğini belirler. Fiyat yükseldikçe arz ve fiyat azaldıkça talep yükselir. Ama tüketici fiyatın yüksek ya da alçak olduğunu neye göre belirliyor? Mesela bir kilo etin fiyatı 100 TL olduğunda tüketici bunun yüksek olduğunu nereden biliyor? Ya da bir bulaşık makinesinin fiyatı 500 TL olduğunda makinenin fiyatının düşük olduğunu nereden biliyor?
İşte klasik iktisat kendi sınırları içinde bu sorunun cevabını aradı ve adam Smith ile tartışılmaya başlanan olgular Ricardo ile tam bir temele oturdu, bir malın fiyatı klasik iktisada göre içerdiği emek zamanıdır. Yani bir malın üretimi için gerekli olan emek-zaman miktarı o malın değerini belirler. Klasik iktisada göre bir günlük emeğin sonucu açığa çıkan ürünün fiyatı iki günlük emeğin sonucu açığa çıkan ürünün fiyatının yarısı kadardır. Aslına bakarsak çoğu zaman doğru sayılır bu tez ve açıkçası arz ve talepten çok daha makul bir açıklamadır. Ama biraz yakından bakıldığında emeğin öneminin hakkını vermekle birlikte değeri belirleyen şey emek olsa bile emeğin değerini belirleyen ve doğal olarak son tahlilde ürününde değerini belirleyen şeyin ne olduğunu açıklamaktan uzaktır. Evet bir üst düzlemden bakınca sanki her şeyin değerini belirleyen şeyin emek olması gerektiği, en nihayetinde her şeyi üretenin emek olduğu teziyle haklı çıkabilirdi. Mesela bir avcı toplumunda üreticinin ürettiği bir mızrağın değeri nasıl anlaşılır? Bir mızrakcının avcılar için mızrak ürettiğini var sayalım, avcı için ürettiği ürünün değeri nedir? Bu ürünü üretmek ve avcıya satmak yerine o da diğer mızraksız avcılar gibi taş ve sopa yardımıyla günde bir av avlayabiliyorsa ve bunun yerine mızrak yapıp günlük av hasılasını iki ava çıkarıyorsa aslında avlanmak yerine mızrak yapması günlük hasılada hiçbir değişime sebep olmamış bir iş bölümünü oluşturur. Ancak bu hasıla iki yerine üç olursa mızrağın değeri 2 av hasılasına eşit olur. Çünkü bu hasıla artışı mızrak sayesinde olmuştur. Doğal olarak mızrakcı içinde avcı içinde bu iş karlı olursa mızrak bir geleneğe dönüşür ve insan emeğinin ilkkez aletlerle yapılmış bir alet ve öncesinde alet yapmak için alet yapan eller sayesinde ortaya çıkar. Çünkü insan alet yaprak hem hasılayı arttırır, hem iş bölümünü gerçekleştirir ve hem de direk tüketiminde olmayan bir nesneyi, yapma bir nesneyi tüketim gündemine alır. Böylece mızrak teknolojisiyle tanış bir toplum için bir günlük av hasıla 1.5 ava çıkmakla kalmaz aynı zamanda av artık mızrak gibi bir eş değere sahip olur. Yani birbiriyle değiştirebileceği nesnelere sahip olmaya başlar insanlar. Demek ki bazen emeğin değeri bir iş bölümünde düşükken zaman ile artabilen bir şeydir. Doğal olarak emeğin değeri ürününün tüketimiyle açığa çıkan bir şeydir. Ürün tüketilirken bir av yakalanıyorsa fazladan, emeğin değeri en fazla bir av kadar olabilir ama iki av fazla açığa çıkıyorsa emeğin değeri en fazla iki av kadar olabilir. Bu yüzden emeğin değerini belirleyen şey tüketicisinin ortalama marifetidir.
Basit bir mızrak av ilişkisinde bile aynı iktisadi itkiyi görürüz, emeğinin daha verimli hale gelmesini arzu etmek. Aynı emek miktarıyla daha çok şey elde etmek ya da daha az emek ile aynı şeyi elde etmek. İşte emeğin ötesine bakmaya başladığımız an bize başka bir izahatın daha lazım olduğunu gün gibi ortadadır. Ama yine de her şeyin merkezi emektir. Bir tarafta mızrakcının harcadığı emek ve diğer tarafta bu emek sayesinde avcının fazladan avlar için harcamadığı emek. Bir tarafta bir emek tüketimi, emek zamanı varken öbür tarafta bu emek sayesinde harcanmayan bir emek, negatif emek zamanı vardır.
Bugün bize bilim diye anlatılan şeyin aslında olmadığını anlatmak için ve anlamak için yukarıdaki paragrafların yeterli olduğu düşüncesindeyim. Gözümüzün önünde duran, adeta körlüğümüzün ispatı olan üretim ve paylaşım sorunlarımızın temelinde iktisat ile muhasebenin birbiriyle karıştırılması yatar. İktisat bir hesap tutma bilimi değildir, öyle olmadığının en büyük ispatı da on yıldır içinden çıkamadığımız son dünya ekonomik bunalımıdır. İktisat bilimi bir yönüyle antropoloji, bir yönüyle sosyoloji ve bir yönüyle psikolojiyle bağlantılı bir bilimdir ama iktisat bilimi muhasebe kesinlikle değildir. Ve zaten de daha sayılar bile yokken insanlar farklı ürünleri birbiriyle değiştiriyorlardı.
Sağ iktisadın temelden bozuk olduğunu kabul ettiğimizde onun üzerine kurulu tüm okulların ve ekollerinde bozuk olduğunu kabul etmiş oluruz. Kavramsal düzeydeki açmazı, ister marjinalistlerin istediği gibi ister avusturalya okulunun istediği gibi açıklamış olalım sonuç değişmeyecektir. Kavramlar ilk baştan yanlış kurulmuş ve toplumun hiç bilmediği yol ve yöntemler ile kendini idare ettiği gibi bir idealist sanrıya kapılmış bir iktisadi sistemin doğruyu ifade edebilmesinin hiçbir yolu yoktur. Arz ve Talep yasası diye anlatılan her şeyin bir sanrı olduğu ve sadece kriz zamanlarında değil tam rekabet haline en yakın zamanlarda bile hiçbir işe yaramadığını sadece yukarıdaki bakışla görmek mümkün. Arz ve talep iki nesne arasındaki fiyat farkını hiçbir şekilde izah edemez. Yine de bir son okuma olarak, hangi malın hangi fiyatta kendine ne kadar alıcı ve üretici bulduğunu belirlemek acısından arz ve talep işe yarar bir taktiktir sadece. Bir yanlış kavramı temele oturtarak iktisadı incelemeye eğilen sağ okulların en iyi yorumunu marjinal fayda teorisyenlerince geliştirilen yoldur.
İşte bu klasik iktisadi kavrayışa faydacılar, bir malın değerinin en nihayetinde onu tüketen kişi tarafından belirlendiğini ve bunun için kişinin sağladığı faydanın belirleyici olduğunu iddia etmişlerdi. Doğal olarak fiyatı emeğin değil, tüketicinin belirlediğini, tüketicinin de bir ürünün değerini belirlerken alacağı hazzı hesapladığını söylemişlerdir. Bu hazzın ne olduğu ve ölçülüp ölçülemeyeceği konusu hala çözülmüş bir konu değildir. Bu ölçme durumu bile tek başına tüketicinin fiyatı belirleyeceği tezini boşa çıkarmak için yeterlidir. Eğer ki tüketici kendi faydasını hazzını ölçemiyorsa, fiyatı nasıl belirliye biliyor? Bize emeğin değerini belirleyen şeyin tüketici faydası olduğunu söylene bilinmesi için bir birim faydanın neye denk geldiği söylenmesi lazım ki denklemdeki bilinmeyen sayısı azalsın. Eğer ki bir şeyin vereceği haz o şeyin fiyatını belirliyor olsaydı elmasların değerinin düşük, suyun ve havanın değerinin oldukça yüksek olması gerekirdi. Tüketici davranışlarını açıklamak için makul sayılabilecek bir yol sunan marjinal tez fiyatın nasıl oluştuğu konusunda tıpkı neoklasikler gibi çaresiz kalır ve arz ve talep yasalarına sarılır. Bu yüzden sağ iktisat bu kısır döngünün içinde son dünya kriziyle birlikte yok olmaya yüz tuttu.
Kapitalizm hangi noktada sorun yaşadı da bu krizin ortasında kendini buldu? Gerçekten marksın iddia ettiği gibi sermaye birikiminden kaynaklı bir sıkışma mıdır krizler?
Açık ki bir malın değerini belirleyen şeyin içerdiği emek zamanı olduğunu söylediğimiz için kıymetli olanın sermaye değil emeğin kendisi olduğunu söylemiş olmayız. Bir malın değerinin tüketicisinin kullanmaktan kurtulduğu emek zamanı ile yani negatif emek zamanı ile belirlendiğini, bu negatif emek zamanın her zaman ürün için harcanan emek zamandan daha değerli olması gerektiğini, bu yüzden bir malın değerinin emek zamanı ile negatif emek zamanı arasında olduğunu, şartlara göre bu dengenin iki ucu arasında gidip gelebileceğini söylediğimiz an sermayenin üretilmiş ama tüketilmemiş emek zamanı olduğunu söylemiş oluruz. Ve bu sermaye sadece ve sadece tüketilmesi durumunda içinde “billurlaşan” emek açığa çıkar. Ve doğal olarak, her sermaye emek ile buluştuğunda bir değere dönüşür, emeğin değeri, ürününde somutlaşan kullanılmış emeğin nerede açığa çıktığına bağlıdır. Her emek süreci doğası gereği bir ürün açığa çıkarır. Bu ürün açığa çıktığında ürün olmazdan önceki halinden hiçbir farka sahip değildir hala. Ancak bu ürün tüketilmeye başlandığında bir işi, ihtiyacı ya da isteği yerine getirmeye başlar. Ne kadar çok bu işleme devam ederse o kadar fazla artı bir değere sebep olur. Bir makinenin ucundaki iğne içinde bu geçerlidir bir insanın tabağındaki yemek içinde. O yemek yenilmediği sürece bir ihtiyaç giderilmiş olmaz. O iğne istediği fiyata kendine alıcı bulsun dikiş yapmadığı sürece en ufak bir değer oluşturmuş olmaz. İsterse ilk satıcı bu iğne sayesinde bir servet edinmiş olsun yine de sonuç değişmez.
Bir mal üretilirken sadece ve sadece emeğin bileşenlerinden ibarettir. Hammaddeyi madenden çıkarak emek, madeni kazmak için gereken araçları üreten emek, madeni işleyip ara mal haline çeviren emek ve en nihayetinde o ara malı, mal haline çeviren emek. Sermayenin aldığı karı düşersek eğer geriye emeğin ücretinden başka bir şey kalmaz. Bunca emeğin iş birliği sonucunda doğan meta pazarda kendine bir sahip aramaya başlar. Bir makasın hikayesi olduğunu var sayalım. Makas pazarda mal olarak tezgaha çıktığı an bir değerin karşılığına gelir ve satışı gerçekleştiği an süreç tamamlanmış sayılır. Bunu yapmamızın sebebi mal kendine alıcı bulduğu an değerini bulduğunu var saymamızdır. Ancak makas bir üretim tezgahında kumaş kesen bir makas olduğunda üretime tekrardan katılmış olur. İçinde somutlaşan emek ancak bu noktadan sonra yavaş yavaş açığa çıkmaya başlar. İçinde somutlaşan emeğin değeri hasılaya satış fiyatıyla işlenmiş olabilir. Ama makasın içindeki emeğin gerçek değeri üretime sağladığı hız ve üretimde geçirdiği zaman kadardır. Yeri gelmişken makasın üretimdeki artı hızına ve artı zamanına göre değerinin açığa çıkması demek aslında üretimde sağladığı emek tasarrufu demektir. Yani hız ve zaman örneğin her gün işi yarım saat daha hızlı bitirilmesini sağlayan ve bunu bir yıl boyunca sürdüren bir makasın aslında her gün yarım saatlik bir emek zamanından bir yıl boyunca tasarruf edilmesi demektir. Bu da aynı zamanda her gün yarım saatlik fazla ürün demektir. Yani makasın içinde somutlaşan emek bir başka emekçinin üretimine yardımcı oldukça açığa çıkıyor. Doğal olarak negatif bir emek zamana neden oluyor bu ürün. Yemek yiyen insan içinde aynı şey geçerlidir, Doktora giden insan için de aynı şey geçerlidir. Ancak bu makas aynı bedelle sadece ufak ev işleri için alınmış bir makas olduğunda hasılaya yansıyan değeri kadar değer üretecek olsa da bir konfeksiyon atölyesindeki makas kadar değer üretmesi mümkün olmayacaktır.
Önümüzde yepyeni bir çağ var. Bu çağ internet sayesinde hepimizi tek bir çağın insanları haline getiren bir çağ, bu çağ dünya üzerindeki her köşeyi birbirine eşitleyecek bir çağ. Bu çağın anayasası henüz daha yazılmadı. Önümüzde bambaşka bir Pazar var. Bu Pazar tek bir dünya pazarı. Bütün insanlığın meyvelerini yediği bir Pazar.
Kriz döngülerden oluşur ve üretimin her döngüsünde bir kriz muhakkak yaşanır. Sermayenin birikimi mal olarak gerçekleştiği için, sermaye tekrardan paraya, eksik bir değerle dönüşür. Ancak bu zenginliğin tabana yayılmasına sebep olur. Tabana yayılan bu zenginlikte bile çok ilginç bir şekilde metanın verimli kullanımı söz konusu olur. Sosyalizmde ise tam tersi bir şekilde metanın verimsiz kullanımı söz konusudur ve hatta emek zamanı tezini kendine esas alan sosyalizme baktığımızda malların üretimi değil verimli kullanımında bir sorun oluştu. Yani piyasa tüketici lehine ehlileştirilince üretim hak ettiği değeri bulamıyor. Şöyle ki; sosyalist ekonomi merkezden planlanan bir ekonomidir. Ve ihtiyaçlara göre dizayn edilen bir ekonomidir. Doğal olarak araba ihtiyacı ya da ev ihtiyacı toplumun genel üretkenliğine bakılmadan herkese sağlanmaya çalışılır. Doğal olarak bir tarafta ihtiyaçlarının önceliğini belirleyen bir tüketici kitle söz konusuyken diğer tarafta herkesin eşit bir şekilde ihtiyaçlarını giderdiği bir tüketici kitle söz konusu olur. Ürünler yeniliği zorlayanlara göre değil vasata razı olanlara göre dizayn edilmeye başlanılıyor. Sovyetler tam olarak bunu yaşadı, daha fazla proletaryaya özgürlük derken tüm toplumu proleterleştirdi. Sovyetler eşitlik ideali için çevre ülkelere el atarken, kapitalistler sadece ürün satabilmek için gereken teknolojik alt yapıyı kurduktan sonra bir dışarısı kalmayacak şekilde bütün dünyaya yayılan bir Pazar kurdular. Çin ve Küba dahil ve doğal olarak kuzey Kore bile dahil bu pazarın içine.
Bu Pazar öyle bir Pazar ki dünya üzerinde dışarısı olarak anılacak hiçbir yer kalmadığı gibi, hiç kimse de bu pazarın dışında kendine bir hayat kuramaz hale geldi. Pazar sadece para alışverişi demek değil, Pazar aynı zamanda bir kültür alışverişidir. Çünkü ürün pazar kültürünün ihtiyaçları sonucu açığa çıkar, doğal olarak bir çok ürün Pazar dışı toplumların tüketim gündeminde yoktur. Örneğin köylerde yemek masasına ihtiyaç duymaz bir çok insan, ya da ilkel kabilelerin giyinmek gibi bir dertleri yoktur. İşte Pazar Afrika savanasında yaşayan ilkel kabilelere bile takım elbisenin ne denli önemli olduğunu ve kravat takmanın insanlar üzerindeki olumlu etkisinin neler olduğunu kavratmış ve onları ehlileştirmiştir.
Açık ki kendi içindeki vahşet bir yana, Pazar toplumunun kendinden önceki toplumlara kıyasla daha medeni bir toplum olduğu da ortadadır.
Ama gelinen aşamada insanlık tarihinin en büyük ekonomik krizi içine girdik, öyle bir düşüş yaşıyoruz ki, dünyanın dışından dünyaya bakan bir akıllı varlık, insanlığın üretme geleneğine paydos verdiğini düşünebilir. Öyle büyük bir kriz ki insanların evlerine oturup beklemesini istiyorlar, sanki dünya dışında satış yapılacak bir yer varmışçasına bekliyorlar. Yerel iktidarların ve imparatorluğun bu konuda yapabileceği hiçbir şey yok. Söyleyebilecekleri, bu durumu açıklayabilecekleri hiçbir gerekçeleri yok. Kriz neden var? Etrafta bu kadar üretmeye hasret insan varken neden üretimi organize edemediklerine dair en ufak bir fikirleri bile yok. Bu yüzden ne zaman kriz çıksa hemen marksa sarılır bütün ekonomistler. Çünkü tek bir izahata sahip ekonomi bilimi, sermaye birikimi. Bu yüzden her kriz döneminde marks’ın “ben Marksist değilim” dediğini duyarız. Aslında ekonomist burada şunu demek istiyor, ben marksı haklı buluyorum ama komünistleri hiç sevmem. Ama maalesef ki sen her ne kadar Londra’da yaşamış olsa da son zamanlarında, her ne kadar İngiltere’de devrimin kendinden gelebileceğini savunmuş olsa da emeğini satan insanların lümpen takımından da, iktidardan da daha güçlü olduğunu iddia eder. Ve emeğin gücü üretimden gelir. Üretim yoksa insanlık yok demektir. Emek öyle bu konuda belirleyicidir ki bir malın en ufak değişim değeri ancak onun üretiminde harcanan emek miktarı kadar olur. Emek yoksa parada ortadan kaybolmalıdır.
Pazar her koşulda dengesini emek ile bulur. Eğer ki bir muhasebeci gibi olaylara bakacak olsak aslında marks kesinlikle haklı olmalıydı. Çünkü marksa göre bir şeyin değeri içerdiği emek miktarı kadardır bu değer zerrece ürünün şekliyle alakalı bir durum değildir. Değer tamamen üretim değeri olarak açığa çıkar. İşin muhasebesi için hala kullanılan değerli bir yöntem ama ürün fiyatı üretim değerinin çok üstünde olur çoğu zaman. Demek ki değer üretim değerinden bağımsız başkaca değişkenlere de ihtiyaç duyar. Bir malın değerini emek zaman ve artı değer ile ifade etmeye kalkarsak, neden benzeş emek süreçleri farklı artı değer çıktılarına sebep olduğunu da anlatabilmemiz gerekir. işte bu nokta yeni ricardocu okulun ve Marksist okulun en büyük açmazını oluşturur.
Bir malın değerini içerdiği emek zaman ile ölçe biliriz ama bir malın değişim değeri olarak içerdiği emeği esas alamayız çünkü emeğin mühtevası tüketici için önemli değildir. O emeğin ürünüyle ilgilenir, o ürünü elde ederek kazanacağı ya da daha doğru bir tanım ile kurtulacağı negatif emek zaman ile ilgilenir. Emeğin ürünü olan metanın görünmeyen yanı tüketimiyle birlikte açığa çıkan içindeki emeğin insana kazandıracağı negatif emek zamanı kadar olur.
Değişim değerinin bir ucu yani onun minimum miktarı içerdiği emek zamandır. Ancak diğer ucu yani fiyatın en yüksek hali tüketimiyle açığa çıkacak olan negatif emek zamanıdır. Negatif emek zamanı daha önceki düzlemde bizim için üretim yapan emekçilerin ürünlerini kullanmamızın sonucu olarak beliren
Sermayenin kendini her yenilediğinde daha büyük bir hale dönüşmesi her şeyi yutan bir kartopu gibi küçük sermaye gruplarını kendine katması devasa şirketlerin oluşmasına sebep oldu. Ama krizin büyük nedeni sermaye birikiminden kaynaklandığını düşünmemiz için karşımıza bir şey çıkmadı. Sermaye sürekli olarak tek elde toplanıyor ama sonra hızlı bir dağılma süreci yaşıyor ve sermayenin yapısı krizi tetiklemiyor. Sermaye biriktikçe karlılıklar düşer, düşen karlılıklar ürün bolluğuna sebep olur, kar sıfıra yaklaştıkça mal birikimi olarak beliren metaların değişim değeri her gelir grubu için cazip olmaya başlar ve her gelir gurubunun tüketim gündemine girer. Üretim hızlanır, ürünler yeniden üretilirken fiyatlar ve doğal olarak karlılık yükselir, sermaye her devirde kendini büyütmeye başlar karlılıklar yükseldikçe daha fazla üretici örgütlenir, ürünler tekrardan çoğalır karlılıklar düşmeye başlar ve sermaye büyük ölçüde metaya dönüştükten sonra tekrardan gerileme başlar.
Emeğin satıldığı yerin emeğin değerini belirliyor oluşu beraberinde bir takım sorunsalları getirir. Gelirlerin adaletsiz dağılımı bir metanın gerçekten sahip olması gereken kişi yerine yüksek gelir sahibi birinin eline geçmesine sebep oluyor. Bir mal tüketildiği zaman değeri açığa çıkardığına göre bir malın değerinin yüksek bir fiyatla oluşması çoğu zaman onun daha düşük bir bedel ile çözülmesine sebep oluyor
Tam eşitlik durumunda tüm ürünler en yüksek verimlilikle kullanılır. Emeğin değeri bir başka emek olduğunda bir malın yükse değere satılması o malın doğru bir yere satıldığı anlamına gelmiyor. Bunun toplum için en iyi şey olduğu anlamına da gelmiyor. Bir mal ancak en iyi şekilde kullanılacak olursa doğru satış gerçekleşmiş demektir.
devamı var